Siyahî Aşk

Siyahî Aşk

Yollar bitmek bilmiyordu adeta. Aylardır çölde yol alıyordu kervanla. Güneş kızıl bir tepsi, kumlar cam kristaller gibiydi. Esen yel, yüzleri kavuran bir rüzgâr, yalıp geçiyordu kervanı.

Yollar bitmek bilmiyordu adeta. Aylardır çölde yol alıyordu kervanla. Güneş kızıl bir tepsi, kumlar cam kristaller gibiydi. Esen yel, yüzleri kavuran bir rüzgâr, yalıp geçiyordu kervanı.

Bir aşk, bir sevda ki alabildiğince kutsaldı. Uğruna aylar değil, yıllar adanırdı. Menzil, Pak-i Haremiydi Nebiyi Zişan’ın. Gönüller çileyi vuslata ermenin muştusuyla emerdi. Yudum yudum, kana kana…

Nihayet aylardır süren yolculuk uzaktan uzağa Medine’nin / o sevgilinin evleri seçilince son buldu. Kervan bir coşkuyla dirildi adeta. Serapta su görenin misali can geldi yüzlere, kan geldi bete benze. Aşkla yürüdüler, vecdle yürüdüler. Medine’nin ortasındaki ‘Menaha’ meydanından süzülen kafileler develerini çöktürdüler.

Başlarını çevirenler içinde aşkla dolu bir şair vardı. Cananının yeşil yurdunu görünce aniden yüreğinden vuruldu. Gözü karardı. Cemaati yarıp yorgunluk nedir bilmezcesine düştü direklerin dibine. Zorlukla attı kendini Merkad-i Nebi’nin ayaklarına. Gönlünü yılların hasretiyle tiril tiril titreyen bir heyecan, bir vecd sarmıştı tüm benliğiyle. Şimdi vuslat zamanıydı, şimdi halvet… Kalabalıklar içinde de olsa baş başaydı serveriyle, Muhammed ül Emin’le.

Çevresine bakındı aheste aheste. ‘Demek ki’ dedi yüreği ‘sadece ben âşık değilmişim’ boynunu büktü. Onca âşıklar içinde şaşkın bir âşıktı bu garip hac yolcusu. Tunuslu, Afganlı, Buharalı, Çinli, Sudanlı, Cavalı, Mağripli… Nice çile dokuyan âşıklar gördü etrafında, nice vuslat özlemi çeken genç, ihtiyar…

Haccın manası değil miydi bu manzara? Uhuvvet kokan bir tablo… Bir beden, bir kefen içinde vahdetti aslında özlenilen. Medine’den yayılacak, cihanı saracak bir vahdetin çekirdeğiydi hac… Bir birliğin…

Duada idi elleri şairin. Atlas iklimin hazzını duyuyordu. Karşısında arkası dönük bir siyahî gördü. Nasıl da niyaz ediyordu. Ansızın bir nidayla sarsıldı. Bir aşığın nidasıydı bu: “Aah!” Neydi Allah’ım öyle, neydi o feryad. Adeta bağrından alev fışkırmıştı o siyah adamın, adeta ateş… “Ancak bir âşık böyle figan edebilir” dedi duyguların adamı. “Ancak bir gönlü yaralı…”

Peygamber Efendimizin ayakları dibinde toprağa yığıldı siyah adam. Başına üşüşen kardeşleri ayrı ayrı iklimlerdendi. Aşkın canlı şahitleri, aşkına şehadet edecek gönül erleri… Öpüp öpüp kapıyor elleriyle siyah adamın. Sevgili Nebi’nin arkasından açık kalan hasret dolu gözlerini.

Her şeyi görmüş, olanlara şahitti şair. Yaşanan aşka, cereyan eden hasretin fücceten götürdüğü o siyah kardeşine. Kendi aşkıyla kıyas edilir miydi siyahînin aşkı? O da ölmeliydi bu hicrandan; ama ölmemişti işte. Kimdi bu acaba? Neler yaşamış, ne çileler çekmişti? Nasıl bir aşktı bu?

Sudanlıydı siyahî. Elliyi aşkın bir aşk adamı. Yüreğinde, bildi bileli kendini bir sevda taşıyordu, bir vuslat sevdası… Medine’ye, ol Resul’ün şehrine, Merkadine varmak. Bir özlemdi, gönlünü kor kor yakan bir ateş… Sudan’ın badiyelerinde bir o yana, bir bu yana koşar; tüketirdi ömrünü.

Bir gün bu aşkla sarhoşken eşine açtı konuyu. “Sen gidersen biz ne olacağız, kim bakacak bize? Kim ihtiyaçlarımızı görecek? Tahammül et” engelleri döküldü ağzından. Öyle ya kim bakacaktı ailesine, ne olacaktı ocağı? Susmuş, ses çıkarmamıştı o gün.

Yine bir gün aşk zamanı / hac mevsimi yaklaşmıştı. Eline avucuna baktı, delik cebine… Menzilin ıraklığına. Yine hasretle avundu o yıl, nice yıldır avunduğu gibi. Başını kaldırıp göğe bakınca kaynayan kazan misaliydi güneş. “Yüreğimi yakıyorsun ey Şemsi Ahmer! Hasretime hasret katıyorsun. Daha ne zamana kadar sürecek bu hicran? Eriyesiye oldum ben ayrılıktan. Allah’ım! O sevgiliye vuslat; ah vuslat ne zaman.

Yıllar yılı maniler, yıllar yılı engellerle boğuştu. Gözünde tüten o vuslat özlemi dayanılmaz oldu. Manileri aştı; ocağını, barkını eminlerin eminine bıraktı. Irağın çilesini sinesine aşkla çekip koyuldu yola.

Nice badiyeler aştı durmadan, nice yollar… Tihame çölünü bu vecdle durmadan geçti. Kaynayan bir tepsiydi başında güneş. Adeta kemikleri erimişti. Fakat olmazdı artık bu ızdırapta bir insanın takati. Ama siyahî, durmuyordu bu cehennemi sıcakta. Zira yüreğindeki ateşin harareti daha çoktu badiyenin ateşinden. Yoruldukça imdadına, uğruna yollara düştüğü sevgili Nebisi gelirdi. Güç bulurdu, kuvvet bulurdu her aklına düşüşte. Yenilenirdi adeta, dinlenip de güç bulmuşçasına. Çöllerin esen her rüzgârı Ondan haber verirdi. Onun serin nefesini hissederdi. Bad-ı Saba’ya içini dökerken siyahî, “selam söyle” derdi “selam söyle, vuslat yakındır”

Nice geceler yıldızlarla söyleşti, uyku görmeyen gözlerle boğuştu. Aylardır süren bu kutsal yolculuk nihayet bulmuştu. Sevgilinin şehrine edeple süzüldü. Bir ömürdür karanlıkta kalan yüreği birden aydınlandı. Gözleri parladı. Can geldi bedenine, kan geldi yüzüne, kuvvet buldu.

Merkad-ı Nebi’nin görünmesiyle çektiklerini unuttu. Heyecan içinde vardı huzura. Aşk içinde kendinden geçmişti ki sert bir cisim göğsüne değdi. İlerleyemiyordu. Önünde demir parmaklıklar vardı. Merkad-ı Nebi’nin etrafını saran demir örtüler…

“Neden” dedi içinden “Neden bu demirler… Niçin var?” ağladı hasret dolu yürekle, sızladı. Sevgiliyle hasretini yıllardır bu hac mevsimine saklamışken, şimdi bu demir maniler neyin nesiydi? Neden izin vermiyorlardı vuslatına, neden bağrındaki ateşi söndürmeye geçit yoktu?

Dikildi tüm gücüyle Merkad-ı Nebi’nin önüne. Başladı hasretini dilinden dökmeye:

“Ey Nebi! Şu halime bak!

Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca, sahranın;

Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın!

Harim-i pakine can atmak istedim, durdum.

Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum.

‘Tahammül et’ dediler… Hangi bir zamana kadar?

Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var.

Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak,

Önümde durmadı artık, ne hanüman ne ocak…

Yıkıldı hepsi… Ben aştım diyar-ı Sudan’ı

Üç ay ‘Tihame!’ deyip çiğnedim beyabanı:

Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada

Yetişmeseydin eğer Ya Muhammed imdada;

Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin;

Akarsular gibi çağlardı her tarafta sesin!

İradem olduğu gündür senin iradene ram,

Bir an için bana yollarda durmak oldu haram.

Bütün heyakil-i hilkatle hasbihal ettim,

Leyale derdimi döktüm, cibali söylettim!

Yanıp-tutuşmadan, aylarca yummadım gözümü…

Nücuma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?

Azab-ı hecrine katlandım elli üç senedir…

Sonunda alnıma çarpan bu zalim örtü nedir?

Beş altı sineyi hicran içinde inleterek,

Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek?

Demir nikabını kaldır mezar-ı pakinden;

Bu hasta ruhumu artık ayırma hakinden!

Nedir o meşale? Nurun mu? Ya Resülallah!

Siyahî âşık vecd içinde kendinden geçmişti. Bir an sustu.

“Aah!” nidasıyla canını cananının ayakları dibinde verdi. Bedeni Nebi’nin toprağıyla birleşti.

İşte o andı şairin ve hacıların şehadet ettikleri ızdırap anı… Gönüller yakan elem anı… Böyle bir aşka şahitlik etmenin bilinci var mıydı acaba huccatta. Şair, duygu âleminde bu çileyi sezmişçesine ağlıyordu çaresiz çaresiz. Şahitti siyahînin aşkına, şahitti “haremde” kalan o ulu ruhuna…[1]

İnzar Dergisi

[1] Safahat. M. Akif Ersoy
 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.