Tarihin bize uzak sayfaları

Tarihin bize uzak sayfaları

Bir milletin hâfızasına “târih” dendiğini öğrenmiştik. Bizim hâfızamızı beyin salata yerine bizlere yedirdiklerinden beri istikámetli yürümeyi unuttuk, yengeçler gibi yalpalıyoruz.

Bir milletin hâfızasına “târih” dendiğini öğrenmiştik. Bizim hâfızamızı beyin salata yerine bizlere yedirdiklerinden beri istikámetli yürümeyi unuttuk, yengeçler gibi yalpalıyoruz. Sola gidiyoruz, başımıza gelmedik kalmıyor; sağa gidiyoruz, karşımıza yine sol çıkıyor. Önümüze kılavuz seçtiklerimiz ise ya bizim gibi hâfızasız, ya da hâfızasızlar gibi yapması öğütlenmiş bir aktör. Ortaokul sıralarında bize Victor Hügo’dan okutulan “İnsan Yutan Kumsallar” başlıklı yazı, hayâtımızın bir gerçeği oldu; hâfızasızlığımız bizi yutuyor…

Bizim öz târihimiz Hz.Âdem (as) ile başlıyor. Bizler peygamberlerin nesliyiz. Semâvî mesaja kulak veren káfileler bizim ecdâdımızdı. Peygamberler, sıddîkler, şehîdler ve sâlihler idi onlar. Kellesinden veyâ işkembesinden çıkan sese kulak verenlerin bu káfileden ayrıldığını ve o ayrılanların da bizimle hiçbir ilgilerinin kalmadığını, her Fâtiha okuyuşta Rabbimizin kelâmıyla haykırıyoruz: “Gayri’l-mağdûbi aleyhim ve leddâllîn!”

Emîrü’l-mü’minîn Hz. Ali (kv) ile Hz. Muaviye (ra) arasında hılâfet mes'elesinden dolayı anlaşmazlık çıkınca, bu ihtilâfı fırsat bilen Bizans lideri gizlice bir mektûb göndererek Hz. Muaviye (ra)’a yardım teklîf eder. Bu sahabinin mektûbu getiren adama verdiği cevâb çok ibretlidir. Diyor ki: “Liderine söyle! Bir daha bana böyle bir teklîf gönderirse, hemen Hz. Ali’nin imâmetini kabûl eder ve Bizans’ın üzerine yürürüm!”

Hılâfeti ele geçirmek için çalıştığı halde, bir kâfirden gelen yardımı elinin tersiyle iten bu anlayış, işte bizim târihimizin gerçeklerinden idi…

Osmanlının son zamanlarında Viranşehir’de ağa olan İbrâhîm Paşa Milli’nin babası, o günkü siyâset gereği Osmanlının elinde esirdi. Devlet-i ebed-müddet 93 Harbine girince, kefereler İbrâhîm Paşa Milli’ye haber göndererek Osmanlıya karşı kendilerine yardım etmesini istiyorlar. İnancını her şeyin üstünde tutan Paşa ise bu teklîfi şiddetle reddetmekle kalmıyor, aynı zamanda Osmanlı ordusuyla birlikte kâfire karşı harbe katılıyor.

Babasını esâretten kurtarma ve Osmanlıdan intikam alma fırsatı eline geçtiği halde bir kâfirden gelen yardımı elinin tersiyle iten bu anlayış, işte bizim târihimizin gerçeklerinden idi…

Türkiye Cumhuriyetinin 2.Cihan Harbi esnâsındaki hâli ma’lûm; Millî Şef’in devlet despotizmi yüzünden millet kan ağlıyor. Hele de Müslüman oldun mu, yandın! Böyle bir zemînde, ba'zı Müslümanlar ülkenin harbe girmesini, dolayısıyla da yenilmesini istiyorlar ki; bu katmerli belâdan kurtulabilsinler. Fakat, Bedîüzzamân Hazretleri böyle bir isteği reddediyor, kâfirin eliyle gelecek fereci istemediğini talebelerine söylüyor. Kastamonu Lâhikası isimli eserde teferruatı yazılıdır.

Kâfirin eliyle gelecek yardımı reddeden bu anlayış, işte bizim târihimizin gerçeklerinden idi…

Vâ esefâ ki, hâfızamız gittiğinden beri, adı Müslüman olup da artık kefereden kurtuluş bekleyenlerin sayısında patlama meydana geldi. Ayıdan post, gâvurdan dost olamayacağı gerçeği beyinlerden silindi. ABD’den, AB’den, NATO’dan kurtuluş ümid eden safdiller çoğaldı. Böyle bir zemîn ise, ülkeleri silâhla değil de beşinci kol faaliyetleriyle daha kolay işgál eden zâlim hükümrânların işlerini kolaylaştırdı. Beyinleri yıkayan toplum mühendisleri şimdi daha kolay proje üretir oldular.

Ümmetin kurtuluşu ise yine kendi içinde mümkündü. Asrın Müceddidi Bedîüzzamân Hazretleri bunu “İttihâd-ı İslâm” olarak ifâde ediyor. Böyle bir birlik, ancak Kur’ân ve Sünnete dönmekle gerçekleşebilir. O “urvetü’l-vüská” olan kopmaz ipe sarılmak, Fas’tan Malezya’ya kadar olan geniş coğrafyada iki milyara yakın bir tâze kuvvetin omuz omuza gelmesini netîce verecektir. Böyle bir kuvvetin önünde hangi şer mihrak durabilir? Bugünkü dünyânın hemen hemen yarısı İslâmın getireceği sulh ve sükûna kavuşacağı gibi, diğer yarısındaki sistemler dahi o gücün korkusu sebebiyle zulme sapamayacaktır.

Târihimize dönersek, bu iddianın çok delîllerini görürüz. Gazneli Sultan Mahmud, kocası ölen Hindli kadınların da o bâtıl inanç sebebiyle ölen kocalarıyla birlikte diri diri yakılmalarını harb sebebi saymış; Hindistan’ı işgál ederek bu vahşî zulme İslâmın kılıcı ile mâni’ olmuştur.

Kâfirin kadınlarına bile merhamet eden bu anlayış, işte bizim târihimizin gerçeklerinden idi…

Kánûnî Sultan Süleymân’ın, Fransa’da îcâd edilen dans modası sebebiyle Frengistan’ı harble tehdîd etmesi ve o pisliğe o zamanlar engel olması meşhûrdur. Hakk’ın gücünün gevşemesiyle fırsat bulan o gibi rezâletlerin bugün beşeriyeti getirdiği noktaya bakınca, ecdâdı nasıl minnetle anmayacağız ki?

İnsanlık haysiyetinin zedelenmesine isyân eden bu anlayış, işte bizim târihimizin gerçeklerinden idi…

Osmanlının en kritik devresinde pâdişâh olan 2.Sultan Abdülhamid’in, Peygamber Efendimiz (sav)’e hakáret eden bir oyun için Fransa, İngiltere ve Amerika’yı tehdîd ederek oyunun sahnelenmesini durdurduğunu biliyoruz. Âlemlere rahmet olarak gönderilen o ulvî zâta hakárete yeltenerek bindikleri dalı kesmeye kalkan ahmak kefereye mâni’ olan ecdâd bizlerin bugünkü hâlini görseydi, ne yapardı acabâ?

Müslüman âlemde kuvvetli olduğu zamân, fitnenin hiçbir türüne kıpırdanma fırsatı vermez; dolayısıyla da Arz’ın her köşesinde huzûr ve sükûn hâkim olur. Hattâ, deniz dibindeki balıklar bile rahata kavuşur. “Fitne bitene kadar cihâd devâm eder” âyeti, insanlığın ve bütün mahlûkatın huzûrunu te'mîn etme vazîfesini Müslümanlara yüklemiştir.

Hindli inekperestlerin, kocası ölen kadınları diri diri yakmaları “fitne” idi; biribirine nikâh düşen kadın ve erkeğin ar damarlarını çatlatırcasına dans etmeye kalkması da “fitne” idi; rahmeten li’l-âlemîn olan Zât-ı muhterem (asm)’a hakárete kalkışmak da “fitne” idi. Bizim târihimizin örnek insanları bu gibi fitnelere karşı Hakk’ın kılıcını kullanmakta tereddüd etmediler. Biz ise, milletlerin hâfızası olan târihe yabancı bırakıldığımız için uyuşturulduk, gabîleştik; sonunda da fitne selinin içinde boğulduk.

Peki, azıcık hâfızamıza yardım etsek, “küfür” denen ma'nevî kanserin de “fitne” olduğunu, “zulüm” denen yakıcı ateşin de “fitne” olduğunu, “isyân” denen haddi aşma edebsizliğinin de “fitne” olduğunu anlayamaz mıyız?

Peki ya “zinâ”, ya “kaldırılmış hudûd-i şer’ıyye”, ya “katledilen bebekler”, ya “kumar”, ya “içki”, ya “işgál”, ya “tesettürsüzlük”, ve hâkezâ uzayıp gidecek ya ya’lar da birer “fitne” değil midir? Yok mudur kurtaracak baht-ı kara mâderini?

Bizden uzaklaştırılan, ama bizim olan târih sayfaları da gösteriyor ki, her türlü fitnenin kökünü kurutma imkânı vardır. Lâkin, biz o kaynaktan uzaklaştırılmışız. Ne kadar uzaklaşsak, o kadar köle edilmeye mahkûm edileceğiz demektir. Çâre, bütün ümmetin omuz omuza vermesindedir.

Ya şu İslâm coğrafyasında yaşayan milyarlar narkozdan kurtularak tekrâr hâfızalarına dönüp âlemi “fitne” belâsından kurtarırlar; ya da her yeri sarmış bu ateşte onlar da kül olurlar. Kıyâmetimizin gecikmesi için son şans ise bu olarak görünüyor. İstikbâl inkılâbâtı içinde yükselecek en gür sadâya olan îmânımız, elhamdülillâh bizi diri tutuyor.

İnzar Dergisi

İslam Kuran Haberleri

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.