Yağmur ve Ölüm

Yağmur ve Ölüm

Hayatın körpe demlerinde, sabahın ilk ışıklarında kalkan, şehir uyanmanın eşiğine henüz gelmiş iken; yağmurlu bir İstanbul sabahında yorgun bir hikaye yazarının kaleminden, yaşamından biteviye şekva eden bir karakter türedi

Hayatın körpe demlerinde, sabahın ilk ışıklarında kalkan, şehir uyanmanın eşiğine henüz gelmiş iken; yağmurlu bir İstanbul sabahında yorgun bir hikaye yazarının kaleminden, yaşamından biteviye şekva eden bir karakter türedi. Şahsını ilgilendiren her konuda en küçük konuları birer büyük krize dönüştürmeyi ihmal etmeyen, fakat başkalarının ciddiyetli problemlerine karşı ise daha soğukkanlı olmayı umarsızca tercih eden bir mizacı vardı. Şemsiyesini alarak sabah kahvesini yudumlamayı ihmal etmeden çıktı evden Sami Bey, kapının kilidini birkaç kez kontrol etmeyi elden bırakmadan…

Orta yaşları geride bırakan, yalnız bir adamdı Sami Bey. Yoğun hayatı; akademik çalışmalar, yayınlar ve konferanslar dışında başka bir faaliyete yer bırakmamıştı. Şimdi çocukları okul çağında olan bazı yaşıtlarını gördükçe; hayatta bazı başarı noktalarını yakalayabilmek için bir takım şeylerin feda edilme zorunluğunu düşünüyordu. Bu yaşlarda artık “geç kaldım...” demek için de geç kalınmış, buruk bir istek doğdu içinde.

Gizli ve kaçamak bakışlarla yorgun hikaye yazarına dönerek, “Hakkımda nasıl bu kadar bilgiye sahip oldun?” dercesine imalı imalı baksa da Sami Bey, taşları şehrin kurşun renkli hüznüne atıfta bulunan bir hikayenin artık bir yerlerden başlaması ve hayat adlı sahnede okuyucu ile buluşması gerekiyordu.

Telaşlı bir sabahtı, işe geç kalanların uykusuz gerginliği; yüzlerinden okunan huzursuz edici bir kitaba benziyordu. Sabah trafiğinin üzerine şiddetli yağmur da eklenince şehrin cadde ve sokakları felç olurdu çok zaman. Kaldırdığı silecekleri yuvasına oturtarak, arabasına bindi Sami Bey ve yaklaşık 10 yıldır ders verdiği Siyasal bilimler fakültesinin yolunu tuttu o sabah. Zihni son zamanlarda tüm kuvvetiyle hücuma kalkan, tüm dünyadan üst üste gelen acı haberlerin, savaş ve salgın hastalıkların derin meşguliyeti içindeydi. “Ölüm bir yağmur gibi yağarak, tüketiyor insanlığı…” dedi kendi kendisiyle sohbet ederken.

Yazar, aslında Sami Beyin bugün izin alarak fakülteye gitmemesini, tüm gününü araştırma hastanesinde yatmakta olan kız kardeşi Semra Hanım ile birlikte geçirmesini istemişti. Fakat Sami Bey izin alamayacağını söylemiş, dönem sonunun yaklaştığını ileri sürerek hikaye yazarının bu iyi niyetli teklifini kabul etmemişti. İnsanlar karşısında katı bir tavır sahibiydi Sami Bey. Kırıcı olmaktan asla sakınmaz, lafını esirgemekten imtina etmezdi. Bu yüzden kimseyle arkadaşlık kuramıyor, herkeste bir kusur buluyor ve neticede kendi kabuğunda yaşamayı tercih ediyordu.

Dersten sonra hastanede yatmakta olan kız kardeşinin yanına geleceğini söyledi telefonla konuşurken. Semra Hanım, Multipl Miyeloma adlı kötü huylu ilik hastalığına 3 yıl önce yakalanmış ve son bir aydır ağrılı bir hastane süreci yaşıyordu. Sami Bey sık olmamakla birlikte arada hastaneye uğruyordu. Kendisi devamlı olarak iş yoğunluğunu ileri sürüyor, Semra Hanım’ın eşi Musa Bey’in bu konuda sorumluluklarından söz ederek meseleyi savuşturuyordu. Eğitim hayatı boyunca her zaman evinden ve ailesinden uzakta kalan Sami Bey’in kız kardeşi Semra Hanım’a karşı tutumları bir yabancının davranışından farksızdı adeta.

Fakülteden çıktı ve araştırma hastanesine doğru yol almadan evvel günlük çalışma ajandasını çıkardı çantasından. Eylül ayının 21’iydi. Programında dünyaca ünlü, sevdiği bir piyanistin Türkiye konseri için önceden ödeme yaptığı bir bilet vardı. Akademiden birçok hoca da bu akşam orada olacaktı.

Tam bu esnada telefonuna bir mesaj geldi. Yazan eniştesi Musa Bey idi, “Semra seni görmek istiyor Sami. Ağrıları bugün biraz daha fazla…” Sami Bey’in kırışmaya başlayan yüzü, ütüsüz çarşaf gibi buruştu. Mütereddit bir vaziyet içinde kaldı bir müddet. Yazara danışmak istedi bu konuda fakat kendi başına kalmıştı. “Neyse, yarın sabah giderim Semra’yı görmeye. Hem kendimi bildim bileli Semra’nın hep bir baş ağrısı vardır…” dedi ve araştırma hastanesine gidecek iken karar değiştirerek akademiden arkadaşları ile birlikte gösteri başlamadan yarım saat önce konser salonunda yerlerini aldılar.

Sami Bey, eniştesine gönderdiği mesajda, bu akşam çok önemli bir işi çıktığını, iptal edemeyeceği bir programı olduğunu ve gelemeyeceğini tabi bunun için üzgün olduğunu bildirmiş, yarın sabah Semra’yı muhakkak görmeye geleceğini yazmıştı.

Konser salonu tıkış tıkıştı. Herkes heyecanla bekliyordu. Nihayet ünlü piyanist sahneye çıktı ve gösteri başladı. Bu esnada hikayenin diğer tarafında ziyaret saati bittiği için sakinleşen bir hastane koridorunda derin derin düşünen Musa Bey vardı. Hemşire hanım geldi ve Semra Hanım’ın kendilerini çağırmakta olduğunu söyledi. Hikayenin tam da burasında şu hatırlanabilir. Acı ve sevinçler yeryüzünde aynı anda yaşanmaktadır asırlardır. Hiçbir insan hayatın acılarını ve sevinçlerini bu nedenle tam olarak yadsıyamaz. Sağ elinde dünyanın düğün sevinçleri ve sol elindeyse ölüm kefenleri bulunmaktadır…

Hemşire tarafından çağırıldıktan birkaç dakika sonra Musa Bey odaya girerek Semra Hanım’ın başucuna oturdu. Hüzünle baktı hastalıktan solmuş, acı ile kıvranan yüzüne ve Divan-ı Kebir’den şu dizeyi okudu:

“Hastalıklar senden uzak olsun ey canlarımızın rahatı,

Ey gören gözümüz, kem gözler senden uzak olsun!

Bizim canımıza gelsin senin bedenine gelen ağrılar...”

Semra Hanım eşine döndü ve kederinin gözlerinden yaş olup sarktığını gördü. “Sami geldi mi?” diye sordu. Musa Bey başını önüne eğerek, mahcup bir eda ile, “Hayır, gelmedi biraderin…” dedi.

Semra Hanım 20 yıllık eşinin kederli ve üzgün hâlini görünce, “Üzülme!” dedi. “Sen demez miydin Musa Bey, bu dünya imtihanları Yusuf’un kuyusudur. Her imtihan sahibi ise Yusuf’tur. Bizim de imtihanımız böyle imiş. Nasipte son demlerimizde ağabeyimizi görmek yokmuş. Güzel günler gördük, acı günler gördük. Her şey ile şükürler olsun. Hem bak bir şey kalmadı artık. Ha bugün, ha yarın dünya miadımızı doldurup defterimizi Hakk’a teslim edeceğiz. Üzülme Musa Bey, üzülme. Hem ne demiş şair; ölüm asude bahar ülkesi bir rinde…”

Semra Hanım’ın gözleri pencereye süratle çarpan yağmur damlalarına ilişti. İnce bir tebessüm etti, “Ne güzel bir yağmur, ebediyet hissi veriyor insana…” dedi.

Musa Bey’in gözleri dolmuş, boğazı düğümlenmişti. Sonra bir sessizlik oldu odada. Semra Hanım’ın gözleri pencerede asılı kalmıştı. Hemşire o esnada içeri geldi ve Semra Hanım’ın nabzının durduğunu söyledi. Ne yaptılarsa da bir şey değişmedi. Semra Hanım gözlerini bir daha açmamak üzere kapatmıştı dünyaya.

Musa Bey hastanenin koridorunda ağlamaklı bir şekilde ayakta duruyor, odaya giren, çıkan doktor ve hemşirelere anlamsızca bakıyordu. Yarım saat sonra hemşireler sedyeyle vefat eden Semra Hanım’ı odadan çıkardılar. O anda yirmi yılın kökleşen hatıraları, bir siyah tren gibi geçti gözlerinin önünden...

Sessizce yığıldı bir sandalyeye ve sabaha dek hiç kimse ile tek kelime konuşmadan, hüznünü içine dökerek, matemler deveran etti içinde. Sabah erken saatte Sami Bey geldi, haberdar değildi Semra Hanım’ın dün gece vefat ettiğinden. Görür görmez sordu onu. Odasına girdi ve yatağın boş olduğunu gördü. Musa Bey bitkin ve üzgün kalktı sandalyeden. “Sami, Semra’yı dün gece kaybettik. Hep seni sordu, ama son anlarında seni göremedi…”

Sami Bey beyninden vurulmuşa döndü. Yüzünde ciddiyet alametleri belirdi. Ölüm yağmıştı dün gece hem de yağmur yerine. Bir an içi taşacak gibi oldu fakat duygularının patlamasına müsaade etmedi. Hiç bozmadı duruşunu, kısa bir telefon görüşmesi gerçekleştirdi. Defin işlemleri ve aile kabristanında yer açılması ile ilgilendi. Cenaze işlemleri ve defin sırasında şiddetli yağmur hız kesmeden devam etti. Birkaç yakın akraba ve aile dostunun cenaze namazına katılışının ardından, aile kabristanına defin gerçekleşti.

Sami Bey mezarlıktan ayrılıp eve döndüğünde, her zaman oturduğu yere oturdu. Ağzını bıçak açmıyordu. İçinde buruk bir pişmanlık esintisi dolaşıyordu. Pencereden bir müddet dışarıyı seyretti. Yağmur tüm sokağı kuşatmıştı. Gözleri yaşardı Sami Bey’in. Ansızın hüngür hüngür ağlamaya başladı. Akşam sükûnetinde hiç kimseler yoktu. Hayatının son anlarında kız kardeşini görmek mümkün olmamıştı. Ağladı, ağladı, ağladı. Ama hayatın hiçbir anı bir daha yaşanmazdı. O da bunu çok iyi biliyor ve tam olarak işte bu yüzden ağlıyor, Semra Hanım ile artık bu dünya hayatında görüşemeyecek olmanın teessürünü yaşıyordu.

Sabah oldu Sami Bey için. Gözünü kırpmamış tüm gece uyumamıştı. Paltosunu giydi. Şemsiyesini aldı ve çıktı evden. Kısa bir süre sonra Semra Hanım’ın mezarı başında oturmuş, getirdiği gülleri taze toprağa ekiyor, başta kız kardeşine ve de tüm vefat eden aile fertlerine dua ediyor, rahmet diliyordu.

Orhan Özsoy

Kaynak:Haber Kaynağı

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.