Mehmet Ali GÖNÜL

Mehmet Ali GÖNÜL

Yiyor muyuz yeniliyor muyuz?

Hemen her alanda her yörenin kendine özgü kültürel yapısı vardır. Bu babdan “Yerli Malı” denince aklıma kendi yöreme ve kültürüme ait yerellik unsurları geldi. Bu memlekette 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nde alınan yerli malı kullanma kararı, savaştan çıkmış bir toplumun kendi ayakları üzerinde durmasının adı olarak yorumlanabilir.

1946’da da bu eylemin adı “Yerli Malı Haftası” olarak resmileştirildi. 1983’te adı pekiştirilip “Tutum, Yatırım” gibi kelimelerle süslense de hiç gerçeklik payı yaşanmadı. Hele iktidarlar bunu hiçbir zaman samimiyete dökmedi. Varsa bir ürünün yerlisi, hele yöreseli hiç kabul görmedi. İktidarların iltifatına hiç nail olmadı.

Geçen gün TBMM bütçe görüşmelerinde yemek üzerine basına yansıyan ve tutanaklara giren milletvekillerinin birbirine sataşmaları vardı. İki şey dikkatimi çekti: Sıralanan yemeklerin adları genelde yabancıydı. Bu topraklara özgü yemekler değildi: "Beyaz çay, ejder meyvesi, aloe vera, orman meyveli spesiyal, bahçe naneli limonata, pataşur içerisinde Çerkez tavuğu, zencefilli somonlu suşi, tartolet içerisinde humus gibi."

Yemek kültürü yönüyle oldukça zengin olan bu toprakların milletvekilleri veya meclis, temsilcisi olduğu halkın damak tadına dahi yabancıysa, halka ve değerlerine yabancı olmaları kaçınılmaz.

Bu olaydan sonra aklıma takıldı. Acaba mecliste yöresel yemekler var mı? Elbette maksadım yemek değil. Yemek, bir milletin kültürel çeşitliliğinin/zenginliğinin göstergesi olduğundan bu zenginliğin uygulamada olup olmadığını anlamak içindir.

Araştırdığım kadarıyla 2007’den sonra yöresel yemeklere meclis menüsünde de her gün bir ilin yemeklerine yer verilmeye başlanmış. Günlükten hafta boyunca menüye yansıyacağı kararı alınmış. Mecliste 550 adet yemek çıkıyormuş. Adeta her vekile ayrı bir yemek düşüyor. Halbuki her ilin sayısı kadar yemek bile fazlayken 550 yemeğin ne kadarı bu memleketin mutfağına ait?

Bu tartışmayı fazla büyütmeden kendi şehrimize ait yemeklere yabancı olduğumuz gerçeğini de itiraf edelim. Urfa veya Diyarbakır’da ciğer yemek, kuru ve kızarmış yemeklerle anı geçirmek, yemek kültürü sahibi olma anlamına gelmiyor. Bu konuda tecrübe konuşturmamakla beraber yerelliğimize ne kadar sahip çıktığımıza işaret etmek istiyorum.

Helal olan her şey yenilebilir itikadımızca. Kişiden kişiye farklılık gösterse de insan, bazı helallerden de istikrah edebilir. Bunlar sorun değil. Sorun, kültürel unsur olarak hazır yemek ve ayaküstü yeme kültürünün bizi tamamen kuşattığıdır. Kimyasal katkılı gıdaların damak tadı bırakmayıp yapay lezzetlere bizi mahkûm etmesidir.

O açıdan memleketimin yemeklerinde çocukluğumun ve annemin kokusu gelir. Löl, mastva, germe dui, turakin, kılç, maliyez, sorin gibi asıl adlara sahip olan yemeklerin yanı sıra günü kurtarmak adına yapılan üzüm yapraklı sarma ve içli köfteleri unutulmaz yemeklerdir.  Bir kültürün bağrından çıkan ve bir milletin gönle ve tarihe attığı imzadır yemek.

Demek ki, yerlilik kendimiz olmaktır, özgünlüktür. Destek görmeyen bu değer, kültürel erozyona uğramaktadır. Başta gençliği ve çocuklarımızı, sonrasında da nesillerimizi farklı kültürün peşinden koşturarak özünden uzaklaştırmaya vesiledir.

Kişilikten, inançtan ve değerlerimizden adeta arınmış bir nesilden şikâyet ederken, ruhları emperyalizmin sömürü dişleri arasında kıvranırken, damak tatları da artık bize ait olandan haz almadığımızdan şikayetçiyiz. Yiyor muyuz yeniliyor muyuz bilemiyorum! Anlaşıldığı kadarıyla maddi yenilgi mutfaktan, manevi yenilgi ise Kitap’tan uzaklaşmaktadır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.