Furuşende/ Salesman/ Satıcı

Esğar Ferhadi artık dünya sinemasının bir yıldızıdır. Yaptığı son filmi de dün gece Oscar ile taçlandı. Beş yıl önce “Cudayiye Nadir ez Simi” filmi de Oscar almıştı. Aldığı diğer sayısız ödüllerden bahsetmeye gerek bile yok.

Ferhadi filmlerinin bir sürü meziyeti var. Kurguları, oyunculukları, gerçekliği ve sadeliği her zaman göz doldurmuştur. Ama asıl ve en önemli özellikleri hikâyelerindeki olağanüstü başarıdır.

Ferhadi'nin hikâye gücü İran sinemasının temel özelliğidir. Genel olarak hayatın küçücük bir anına projektör tutuyor ve odaklandığı o dar alanda insan ruhunun en derin kesitlerine doğru yolculuk yapıyor. İran sineması bu yönüyle dünya sinemasından hep bir adım öndedir.

Hikâyelerin sadeliği ve toplumun sıradan bireylerini başkarakter yapması, sıradan insanların ruh dünyasının toplum normlarını temsil etmesinden dolayı hep ilgiyle karşılanmasına vesile olur. Dünyadaki hiç bir kültür bu hikâyelere karşı bigâne kalamaz. Bu gelenek eski İran edebiyatında da bariz bir şekilde kendini gösterir. Hafız'ı, Sadi'yi, belki de Mevlana'yı bu kapsamda değerlendirmek lazım. Kısacası bu hikâyelerin dili sinema veya şiir olsa da hitap şekli değişmiyor. Genele hitap ediyor ve kendimize bile itiraf edemediğimiz ruhumuzun derin katmanlarındaki sırları ifşa ediyor. Onları masaya yatırıyor ve hangi şekilde davranırsan nasıl bir sonuçla karşılaşacağını söylüyor. Ayrıca hikâyede geçen her karaktere ayrı ayrı yer veriyor, onları yargılamayı izleyici/okuyucuya bırakıyor. Dayatmıyor, sadece gösteriyor.

Gel gelelim filmimize…

Filmde iki hikâye var. Biri Arthur Miller ait bir tiyatro; “Bir Satıcının Ölümü”. Diğeri de Esğar Ferhadi'nin hikâyesi, Furuşende…

Arthur Miller'in hikâyesi, ekonomik sıkıntıları irdelerken borç krizini atlatamayıp en son intihar eden bir satıcının trajedisini anlatıyor.

Asğar Ferhadi ise; binalarının bitişiğinde sorumsuzca yapılan bir kazı sonucu oluşan yıkılma tehlikesinden dolayı evlerini terk eden tiyatrocu bir karı kocanın hikâyesini ele almış.

İkisinde de çok benzer noktalar var. Tabiri caizse Asğar Ferhadi Artur Miller'in yazdığı Salesman'ın modern versiyonunu sinemaya aktarmış. Filmimizde tiyatro oynanırken karşılaşacakları sorunlara atıflarla dolu. Mesela tiyatroda bir hayat kadını, evi boyandığı için komşusu Willy'nin banyosunu kullanıyor ve ondan çorap istiyor. Hikâyemizde de bir hayat kadını var görülmeyen ve ondan kaynaklana bir banyo sahnesi var… Ardından da çorap çıkıyor karşımıza. Buna benzeyen kodlanmış birçok sahne var. Dolayısıyla tiyatro sahnelerini de dikkatlice izlemek gerekiyor. Aksi takdirde Ferhadi'nin anlatmak istediklerini ıskalayabiliriz.

Asğar Ferhadi şimdiye kadar hep yalan mefhumunu işledi. Bu filmi bayağı değişik bir konuya el atmış. Kadın erkek ilişkisi, namus mefhumu, intikam ve bağışlama duygusu ve daha da önemlisi ilk defa fuhuşu anlatan bir hikâyede o necis fiili işleyen “yollu” diye de tabir edilen kadını değil de, ona bu yolu açan, onu bu yola sevk eden müşterilerinin çirkin yüzünü ifşa ediyor.

Bir aile, namusu ilgilendiren bir sorunla karşılaşınca nasıl bir tepki verir ve ne yapması gerekir? Masum olan bir kadın cinsel bir saldırıya maruz kaldığında hangi sıkıntılarla yüzleşir? Etrafındakiler, en yakınları; mesela babası ya da kocası nasıl davranmalı? Çok zor sorular, kimse yüzleşmek istemez. Kimse yaşamayı aklından bile geçirmez. Ama bu film, yaşamadan da nasıl bir davranış sergileyeceğinizi ve sergilediğiniz davranışın adalet ve etik bağlamında sonuçlarını gösteriyor.

Gelgelelim yollu kadının müşterilerine. Onlar genelde aramızda pişkin pişkin yaşar, namus abidesi kesilirler. Bazıları cüretkârdır, yaptığı çirkin fiili elinin kiriymiş gibi lanse eder. Yıkanınca geçen, evine dönünce aklanan, erkektir yapar havalarında olan tipler.

Her hâlükârda o yollu kadının müşterisi de yolludur kanımca. O müşterinin toplumdaki statüsü alaşağı edilmedikçe ve gereken adli ve sosyal cezayı çekmedikçe müşteri olmaya devam edecekler. Onlar müşteri oldukça, satıcı da bulmakta zorlanmayacak; alıcı ve satıcısı olan bu sektör ayakta durdukça daha nice facialar yaşanmaya devam edecektir. Sadece ölüm çözüm değildir. Ölenin bu dünyada hesabı kapanır. Ama geride kalanlar ve yol kazaları sonucu yara alanlar bir ömür o yarayla yaşayacak, onlara yakın duranlar bu yaradan nasibini alacaktır. (Özgecan cinayeti ve sonrası)

Sizce de Özgecan'ın katili bu sistemin ürettiği bir model değil midir? Onlar suçüstü yakalansa bile ilk önce suçu başkasına atmaya çalışır, kaçarlar. Suçladıkları kişiyi aşağılarlar, filmimizdeki ihtiyar gibi. Damadına nasıl saydırdığını hayretle izliyoruz. Sonra kaçamayacaklarını anlayınca da nefsime uydum, şeytana uydum, beni affedin diye acındırırlar. Sonuç; yol açtığı facia, kaç para ve nasıl bir ceza ile telafi edilebilir ki?

Çözüm;

Yönetmen bir çözümden bahsetmiyor. Hikâyesini anlatıyor ve kenara çekiliyor. Sana-bana bırakıyor çözüm yolunu, hepimize bırakıyor. Bunun için bir hükme, kanuna, cezaya veya bir yargıya ihtiyaç yok aslında, hepimiz biliyoruz. Bu çirkin bir fiildir ve buna yol açacak her şey ve her davranış vicdanlarda mahkûm edilmiştir. Bütün bunlara rağmen bu yolu açan, sebep olan, düşüren, sıradanlaştıran kim olursa olsun sadece kadın değil, her kes yolludur… Her yollu da en az Özgecen'ın katili kadar aşağılıktır…

Filmi izlerken bu sonuca vardım. Bilmiyorum, siz ne düşünüyorsunuz?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.