Gerçek saadet yolu: İslam

Gerçek saadet yolu: İslam

Asr-ı saadet… Mutluluk çağı… Ne ulvi bir dönemdir o dönem. Keşke o zaman diliminde yaşasaydık dediğimiz altın çağ…

Bismillah…

Asr-ı saadet… Mutluluk çağı… Ne ulvi bir dönemdir o dönem. Keşke o zaman diliminde yaşasaydık dediğimiz altın çağ…

Kimsenin günaha meyletmediği, zinanın, hırsızlığın, eşler arası tartışmaların yaşanmadığı, İslam’ın en romantik yıllarının yaşandığı, kimsenin kimseye kızmadığı, ırk ayrımının olmadığı, kimsenin yokluk ve sefalet yaşamadığı bir zaman dilimi… Ahlaki sorunların yalnızca müşriklere özel bir durum olduğu mükemmel ötesi bir çağ…

Erkeklerin ailesine karşı anlayışta zirve yaptığı, kadınlarınsa karşılıksız itaat gösteren kişiler olduğu bir dönem… Alacaklı-borçlu arasında en mükemmel hoşgörü tablolarının çizildiği muazzam mutluluk dönemi… Çocuklardan tutun büyüklere kadar herkesin daha doğarken medeni doğduğu bir zaman dilimi…

Böyle miydi hakikaten “yeryüzü yıldızları” dediğimiz sahabe dönemi? Asr-ı saadet deyince böyle veya buna yakın bir atmosfer canlanmıyor mu gözümüzde? Farziyetler nedeniyle zora düştüğümüzde “ben Peygamber zamanında yaşasaydım…” türü cümlelerle iç geçirdiğimiz olmuyor mu? Sanki sanıyoruz ki, Allah Resulü’nün zamanında yaşamak, kişinin imanını da etkiliyor.

Oysaki öyle değil. İnsan, asr-ı saadette de nefis sahibiydi günümüzde de ve gelecekte de öyle olacak.

Bakınız, şerefli adamların da nefislerinden konuşabildiği zamanları numunelendiren bir hadisi sizlere nakledelim.

Bir gün Hz. Peygamber (SAV), ashabıyla oturuyorken bir genç geldi ve “Ben falan kadın ile arkadaş olup zina etmek istiyorum ya Rasulullah!” dedi. Ashab-ı Kiram bu duruma çok öfkelendiler. İçlerinden öfkeye kapılıp genci dövmek ve Rasulullah (s.a.v)’ın huzurundan çıkarmak isteyenler oldu.

Hz. Peygamber (s.a.v): “Bırakın o genci.” buyurdu ve genci yanına çağırdı. Gencin dizlerini kendi mübarek dizine değdirecek bir şekilde oturttu ve: “Ey genç! Birinin annenle bu kötü işi yapmasını ister misin? Bu çirkin hareket hoşuna gider mi?” diye sordu. Genç hiddetle: “Hayır Ya Resulallah!” diye cevap verdi. Resulallah: “Öyle ise o çirkin işi yapacağın kimsenin evlatları da bundan hoşlanmazlar.” Sonra: “Peki, bu çirkin işi senin kız kardeşinle yapmak isteseler, sever misin?” diye sorduğunda genç: “Hayır, asla!” diyerek hiddetlendi.

“Şu halde insanlardan hiç kimse bu işi sevmez.” buyurdu. Sonra Hz. Peygamber (SAV) mübarek elini bu gencin göğsüne koyarak şöyle dua etti: “Allah’ım! Sen bu gencin kalbini temiz kıl. Namusu ve şerefini muhafaza eyle ve günahlarını da bağışla.”

Genç, Rasulullah’ın (s.a.v) huzurundan ayrıldı. Bir daha günah işlemediği gibi böyle kötü bir düşünce aklından bile geçmeden yaşadı. (Müsned)

Doğrusu bu hadisede psikolojiden konuşma sanatına kadar incelenecek birçok detay var. Ancak bizim vurgulamak istediğimiz durum şudur: Nefis öyle fenalıklar getirir ki insanın başına, kalabalık ortasında ve yeryüzünün en temiz insanına, haram işlemek istediğini açıkça söyletir. Yani nefisle mücadele noktasında kimse avantajlı değil.

Peki, daha sonra ne oluyor? Yukarıda bahsi geçen sahabe (Cüleybib) Allah Resulü (s.a.v)’nün eliyle evlendirilmek isteniyor. Kızlarına, Cüleybib adına talip olan Hz. Peygamber’e, aile kızlarını vermek istemiyor. Allah Resulü (s.a.v)’nün, kızını Cüleybib için istediğini duyan anne ““Ne! Cüleybîb mi? Kızımızı kimler istedi de hiçbirine vermedik. Hz. Peygamber Cüleybîb’den başkasını bulamamış mı?” şeklinde fevri çıkışlarda bulunuyor. (Muhammed Yusuf el-Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe)

Allah Resulü’nün (s.a.v) Cüleybib’e olan duası ve kefili olarak kızlarına talip olması ortadayken babanın kızını vermemesi, anneninse feveran etmesi, onların da nefis taşıdıklarını gösteriyor.

Esasen bu dönemi incelerken insani birçok hadiseye şahit oluyoruz. Kimi yerde Hz. Peygamber (s.a.v)’in huzurunda bir hanım sahabe, kendisini Hz. Peygamber (s.a.v)’in hizmetine adadığını ve O’nunla (s.a.v) evlenmek istediğini söylüyor. Hz. Peygamber ise bunu kabul etmeyip yanında bulunan bekâr bir sahabeyle -hanım sahabenin de rızasıyla- evlendiriyor. (Buharî, Nikâh)

Mücadelesi bir sureye adını veren, Kur’an’ın gündemine aldığı bir hanım sahabe dikkatlerimizi celp ediyor. Kocasının cahiliye adetlerine göre ona “zıhar” uygulaması üzerine Hz. Peygamber’e halini arz eden Havle binti Sa’lebe, aradığı çözümü Rasulullah (s.a.v)’da da bulamıyor. Bu durumda ona yardım edecek tek kişinin Allah olduğunu bilerek Peygamber (s.a.v)’in huzurunda elini açıp yegâne sahibinden yardım diliyor.

“Allah’ım! Çok yalnızım. Bu ayrılık bana çok acı verecek. Küçük çocuklarım var; onları babalarına bıraksam perişan olurlar, kendime alsam aç kalırlar. Halimi sana arz ediyorum, beni bu sıkıntıdan kurtar; Resulünün dilinden bir vahiy inzâl buyur!”

Bunun üzerine Allah, Mücadele Suresinin ilk ayetlerini indirerek bu çaresiz kadının adını mücadelenin zirvesine yerleştiriyor: “Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a yakınan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin karşılıklı konuşmanızı işitiyordu. Çünkü Allah her şeyi işitmekte ve görmektedir.”

Bu hadiseler bize gösteriyor ki; Ashab, ‘şerefli’ unvanını hatalarıyla, günahlarıyla ve ardından yaptıkları tevbeleriyle kazanmıştı. Günümüz Müslümanlarının imtihanlarını yaşadılar. Zanda bulundular, zina yapmak istediler, ibadetler kimi zaman ağır geldi, mal sevgisi büyük ve küçük cihatlarına mani oldu, şakalaşırken şakanın dozunu kaçıranlar oldu, hanımlar (Peygamber eşleri de dâhil) birbirleriyle ciddi tartışmalar yaşadı…

Ancak onları şerefli kılan; bir iş İslam’a aykırı değilse onu yapmada sakınca görmemeleriydi. Eğer İslam’a aykırı bir fiil gerçekleştiyse bunu olabilecek en hızlı şekilde telafi etmeleriydi. Onları gerçek saadete ulaştıran şey İslam’a bu denli bağlı olmalarıydı.

İslam’ın gör dediği yerden görüp, İslam’ın kör dediklerinden uzak olmamız/olmanız duasıyla…

MİNE TURHAN

Kaynak:Haber Kaynağı

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.