İndirgenmiş Okuma ve Okuyucunun Anlam Dünyasından Uzaklaşması

İndirgenmiş Okuma ve Okuyucunun Anlam Dünyasından Uzaklaşması

Okumadan maksat nedir? Bu ayki okumamızı bu soru etrafında gerçekleştirelim istiyorum. Yani bizleri okumaya sevk eden saikler nelerdir? Niçin bu ihtiyaç hasıl olmuştur bizde?

Okumadan maksat nedir? Bu ayki okumamızı bu soru etrafında gerçekleştirelim istiyorum. Yani bizleri okumaya sevk eden saikler nelerdir? Niçin bu ihtiyaç hasıl olmuştur bizde? Onlarca farklı yorum arasında okumadan maksat, zannımca; kişinin yaratılmışlar içerisinde kendini doğru bir yerde konumlandırmasıdır. Yani kişinin bütüne ulaşıp bütün içerisindeki yerini bilmesidir bir nevi. Bu ne anlama geliyor? Tamamen Tanrı’nın iradesiyle belirlenmiş bir şekilde belirlenmiş vasıtalarla dünya denilen yere gönderilen insan; ‘ben neredeyim?’, ‘nereden geldim?’ ve ‘nereye gidiyorum?’ kabilinden soruların cevabını arıyor. Okumak, peki neyi okumalı? Daha da önemlisi nasıl okumalı? İnsanlığın farklı okuma formlarına ihtiyaç duyması ve farklı formlar üretmesi tam da bu sorular sebebiyledir. Asıl soru bu farklı formların en temel gayeye hizmet derecesi.

Mananın, yazının icadı ile yazılı metinlere ve sinemanın icadı ile de görüntüye indirgenmiş olması bu formların anlam dünyasına erişmede bir engel mi yahut bir vasıta mı olduğu meselesi üzerine tartışmamızı gerektiriyor bence. Modern insan gibi yazı öncesi insan da kendini kâinat içerisinde doğru bir yerde konumlandırmak istemiştir. Bu konumlandırma ihtiyacı insanın bazı -modern kabul gören formlar harici- okumalar yapmasını gerektirmiştir tarih boyunca. Okuma formlarını sınırlamadan düşünürsek kâinatta bazı şifrelerle yan yana gelmiş varlık âlemi üzerinden bir anlama faaliyeti gerçekleştirmenin de bazı harflerin yan yana gelmesi ile bazı anlamlara ulaşmaya çalışma faaliyeti gibi bir okuma olduğu gerçeğini hatırlarız. Bu okumalara örnek olarak irfani anlayış verilebilir. İrfani anlayışla bakıldığında hakikat, kişinin kendi içinde bulabileceği, bilebileceği bir bilgidir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, hangi formun hakikate daha yatkın olması değildir, burada asıl önemli olan anlam arayışının modern çağda, müphemliğe düşman bir kesinlikle belli başlı formlara indirgenmiş olmasıdır. Zira günümüz hâkim bilme anlayışına göre kişi, hakikate yalnızca nakli yollarla ulaşabilir. Sözgelimi kişinin, kim olduğuna veya nereden geldiğine ilişkin bilgiyi kendi özünde araması veya kendi tecrübeleriyle bir hakikat inşa etmesi kabul edilemez bulunur, hakikat yalnızca başkalarının söylemlerinde, metinlerinde aranır.

Okumanın, bu kâinatın kodlarını okumakla da mümkün olabileceği gerçeğini niçin kabul edilmez buluyor son yüzyılımız? Zira günümüz insanı, ancak gözüyle gördükleri yoluyla anlayabilen bir varlığa dönüştüğü için kalbi olarak tefekkür etme yetisini kaybetmiştir. Yani modern insan, kâğıt üzerindeki harflerin bir araya gelmesiyle kazandığı anlamı zihin dünyasında anlamlandırabilirken bir yaprağın bir ağaçla bütünleşmesinin kazandığı anlamı algılayabilecek dikkat ve rikkati kaybetmiştir.

Bugün üretildiği kadar tarihin hiçbir döneminde bu denli malumat üretilmedi. Bu hakikat şu soruyu akla getiriyor: eğer okumanın gayesini anlam arayışı olarak kabul edersek, yazı öncesi dönemlerde bir okumanın olmaması mümkün müdür? Yani bu çağın artan malumat üretimi bu çağın anlam arayışında daha yetkin olduğu anlamını mı vermeli? İşte modern çağın kartezyen düşüncesinin bizi zorladığı kesinlik anlayışı. Oysa hakikat çok farklı bir şekilde belirir. Günümüz yaygın kalıpları içinde anladığımız şekliyle bir okuma insanlık tarihinde yeni sayılabilecek türden bir okuma. İnsanlar yazı icat edilmeden önce de bu dünyaya niçin geldiklerini bu dünyada ne yapmaları gerektiğini nerede bulunmaları gerektiğini veya nereye gideceklerine ilişkin soruları sormuş ve bunun üzerine düşünmüşlerdir. Bunu kendi kişisel tecrübeleriyle ve doğayla doğrudan ilişki kurarak gerçekleştirmişlerdir. Bu gerçek, bize şu sonucu sarih bir şekilde göstermektedir; insanlığın anlam arayışı modern çağın belirlediği formlara asla sığmayacak kadar çok çeşitlidir ve çok daha derindir.

Okuma dendiğinde sadece belli harflerin yan yana gelmesi ile beliren anlamlar üzerinden yapılan okumadır anladığımız artık. Bu çok sınırlı bir okuma. Niçin kâinatı anlama yolundaki çabamızı böyle bir şekle hapsedelim ki. Günümüzde anladığımız şekliyle bir okuma şart mı? Herkes durmadan bir şeyler yazıyor, düşünebileceğimiz her alanda devasa külliyatlar oluşuyor ve bütün bu yazılanlar okunması gerekenlere yeni bir şey daha ekliyor. Peki, bunun nasıl bir anlamı var? Okumakla amaçladığımız şeye bir yakınlaşma mı yoksa bir perde mi bu? Bu kâinat içerisindeki yerini bulmak isteyen insan bunu sadece bir kitapta yan yana gelmiş harfleri okuyup anlamlandırmakla mı gerçekleştirebilir? Eğer öyleyse doğru kitap hangisi?

Son yüzyılda sinemanın icadı ile artık yazıdan da öte görüntünün tahakkümü altında yaşayan günümüz insanı görüntülerle düşünür oldu. Bir nevi görselleştiremediğimiz şeyi anlayamaz olduk. Yani edebiyattaki imge dünyası artık çok da güçlü bir unsur olarak durmuyor anlama ulaşma çabasında. Çünkü sinema öyle bir imkân gösterdi ki yazarın düşündüğü şeyin tamamen görselleştirilebildiği bir form mevcut. Yani düşünebildiğin bir şey tamamen simüle edilebilir bir şey halini almışken niçin kelimelere hapsedilsin ki anlam!

Kendinden bir önceki formun tahakkümünü yıkan sinema, ilginçtir kendi tahakküm alanını inşa etmiş durumda. Yazı formunda yalnızca metin okumayla ulaşılabildiğimiz anlam sinemada tamamen gözle görülebilir bir alana indirgeniyor. Çünkü görüntülerle bir anlam dünyası kuruluyor sinemada. İndirgedikçe indirgedik. Hakikat perdeleniyor, anlam dünyası uzaklaşıyor. Yazıdan görüntüye geçişte imgelem dünyasını da kaybediyoruz. Ve artık ilk kaybettiğimizin yasını tutmaya bile gerek duymuyoruz. Kâinattaki bir şifreden doğrudan bir anlama varabilme yetisini kaybedişimizin.

Sonuç olarak yazının icat edilmesiyle okuma faaliyeti belli bazı formlara indirgenmiş oldu. Yani biz insanlar olarak artık bazı şifreleri daha basit daha yalın bir şekilde anlamak istedik. Yani kâinattaki bir şifrenin bizim için ne anlam ifade ettiğinden ziyade bir başkası tarafından anlamlandırılmaya çalışılmış şeyin yazıya geçirilmiş şeklinin kendi zihin dünyamızda neye tekabül ettiği daha önemli bir okuma biçimi haline geldi. Bu da dereceli bir anlama şekli meydana getirdi, anlam perdelendi. Yani siz okuyucu olarak bir nevi yazarın kâinatla kurduğu anlam ilişkisini anlamaya çalışıyor ve kendiniz doğrudan kâinatla tanrıyla bir anlam ilişkisi kuramıyorsunuz. Bu indirgenmiş bir okuma oluyor bana göre. Sonra okuma faaliyeti bambaşka bir noktaya geldi. Sinema diye bir şey icat edildi. Artık kelimelerle değil tamamen görüntülerle düşünür ve anlar olduk. Yani böyle bir formda bir yazarın bir şeyden anladığını yazıya dökülmüş hali de artık bizler için yalın anlaşılır bir şey olmaktan çıktı ve tamamen gözümüzle görebileceğimiz bir alana indirgendi anlam dünyası. Kendimizi doğayı tanrıyı anlamaya yönelik yapacağımız okumalar bu formlarla böylesine sınırlanmışken ve zihnimiz bu kadar yalın ve basit düşünmeye alışmışken kişinin kendini bilmesi, kâinatı anlaması modern okuma biçimleri ile ne kadar mümkün?

Feyzullah Çiftçi

Kaynak:Haber Kaynağı

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.