İslami düşünce açısından misyonu ve vizyonuyla Ak Parti-2

Geçen haftaki yazımda İslami düşünce ve mücadele açısından Ak Parti’nin misyonu ve vizyonunu ele almıştım. Bu hafta da bu konuya devam edelim. Aslında bu konuyu uzun zamandır yazmak istiyordum. Ak Parti rüyasına kendisini kaptıran İslami camia ve şahsiyetlerin çoğunluğunun derin uykusu, kimisinin de yakaza hali bu konuyu ele almayı zaruri kılıyordu. Ak Parti nedir, ne değildir? Ne olduğunun aydınlık yüzünü bugüne kadar çok konuştuk, ancak kara yüzünü ve ne olmadığını pek konuşmadık.


Geçen haftaki yazımda Ak Parti’nin kara yüzünün bazı yönlerine MEB Hukuk Müşaviri, Başbakanın danışman ve müşavirleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ak Parti Kadın Kolları Teşkilatı üzerinden değinmiştim. Ak Parti’nin kara yüzü sadece bu kadarla mı sınırlıydı?


Mossad’ın elinde elliye yakın Ak Partili milletvekilinin kasetleri olduğu ve bunları seçim döneminde piyasaya süreceği iddiaları var. Geçenlerde Abdurrahman Dilipak bu çerçevede iki yazı yazdı ve Ak Partili milletvekillere “uçkurunuza sahip çıkın çağrısında” bulundu. (Bu arada uçkuruna sahip çıkmayan milletvekilerinden ziyade bunları millete seçtirenlere yüklenmek lazım.) Çok affedersiniz ama, uçkuruna sahip çıkmamış milletvekillerinin ne yapmış oldukları açık. Bunları İslam’ın neresine koyacaksınız? Kendi günahları bir tarafa, milletin vekili olarak seçtirilmişlerin toplumun ahlakına etkileri yok mu?


Milletvekilliği kriterleri arasında ahlak diye bir hassasiyet ve ahlaksızlıkların bir vebali yok mudur? Bu memlekette Ak Parti’nin seçtirebileceği namus sahibi, ahlaklı insan kalmamış mıdır? Yoksa bu konu teferruat mı? Yoksa Ak Parti önemli olan iktidar olmak ve iktidarda kalmak, bu uğurda toplumun ahlakı bozulsa da cemaatler ıslah görevi ile bu açığı kapatıyorlar düşüncesinde midir?


Bu konuda cemaatlerin bir çoğunun durumu öncesine göre içler acısı. Hatırlıyorum, 2006’da Gazze’ye yardım için Fatih Saraçhane parkında açtığımız stantta memleketten -x cemaatinden- biri bizi ziyaret etmişti. Ona çalışmalarını sorduğumda, liderlerinden dert yanmıştı: “Eskiden Davutoğlu bizimkilerin ufkuna tabiydi, şimdi bizimkiler Davutoğlu’nun ufkuna tabi.” Aslında bu, teslimiyetin ifadesi ve bir sitemiydi.

Elbette Davutoğlu’nun ufkundan istifade edilebilir. Ancak mesele Davutoğlu’nun ufku meselesi değil, Davutoğlu’nun da içinde bulunduğu Ak Parti rüyasının derin uykusu meselesiydi. (Yine söyleyeyim ben bunları sıradan vatandaşlara yazmıyorum. Cumhuriyet tarihinin her türlü zulmünü yaşamış sıradan vatandaşın, Ak Parti rüyasının uyku derinliğine dalması gayet doğal. Ama İslami cemaat liderlerinin ve şahsiyetlerin, konumları cihetiyle bunu yaşamaları bir felakettir.)


Geçenlerde farklı STK temsilcilerinin katıldığı bir iftar yemeğindeydik. İftarı organize eden derneğin başkanı, Gezi olayları üzerine Başbakanın valilik kanalıyla STK’lar ile diyaloğu artırma ve istişare adımları attığını belirtti. Gezi olayları, bazı tehlikelerle birlikte ihmalleri de gösterdi. Hükümet maddi kalkınma kadar ve hatta daha fazlasıyla manevi kalkınmaya yatırım yapmalıydı. Bu konuda da STK ve cemaatlerle sıkı diyalog halinde olup onları teşvik etmeliydi. Ancak malesef bugüne kadar hükümetle İslami kesimlerin diyaloğu maddi alanda oldu. Milletvekili listesinden kontejan sayısı, atamalar, restore edilen vakıf binalarının kullanımı ve belediye ihaleleri üzerine ilişkiler sürdü. Tabiri caizse karşılıklı birbirlerini yozlaştırdılar. İki yozlaşmadan yozlaşan, bozulan bir toplum ortaya çıktı.


Toplum, idareciler ve alimler üzerinden ıslah ve ifsat oluyor. Bunu Resulullah (SAV), “Ümmetimden iki sınıf insan vardır; bunlar düzelirse toplum düzelir, bunlar bozulursa toplum bozulur. Bunlar idareciler ve alimlerdir” şeklinde ifade ediyor. Toplumun ıslahı idareci ve alimlere bağlıdır. Hatta idareciler toplumun ıslahında ve ifsadında alimlerden çok daha etkilidirler. Yaşadığımız cumhuriyet tarihi bunun en net ıspatıdır.

Zalim ve ahlaksız idareciler alimleri astılar, zindanlara doldurdular, sürgün ettiler, kalemlerini kırdılar, dillerini susturdular, Kur’an’ı yasakladılar, camileri kapattılar. Toplumla dini kaynakların arasını ayırdılar. Sonuçta dindar, ahlaklı bir toplumu bu hale dönüştürdüler. Bir başka hadis: “Halk, hükümdarının dini üzerinedir.” Dikkat edin, alimlerinin dini üzerinedir demiyor.

Bu yüzden “iktidarın işi ön açmaktır, ıslah cemaatlerin işidir” hükmü, hakikatte hükümsüzdür. Islah için çalışan cemaatlerin önü ne kadar açık, o da ayrı bir konu. İktidar ön açtı, cemaatler görevden kaçtı deyip -kısmen doğru olmakla beraber- suçluyu cemaatler ilan edenler, ıslah için çalışan cemaatlerin önünün niçin tıkandığını izah edebilirler mi acaba? Islahın hakkını vermeyen cemaatleri suçlayıp iktidardan sorumluluğu düşürdük diyelim. Peki, ıslah için çalışan cemaatlerin başına inen balyozlara ne demeli? Islah için çalışan camianın önde gelen yüzlerce şahsiyetine ağır cezalar vermek, ıslahın önünü mü açmaktır, yoksa belini mi kırmaktır?


İlginçtir, geçen gün Erdoğan yaptığı bir konuşmada “dindar nesil yetiştiremedik” itirafında bulunuyordu. Ona bunu söyleme sorumluluğunda olanlar ise garip bir anlayışla onun böyle bir sorumluluğu olmadığını dillendirip, adeta onu teselli ederek pişmanlığının altını oyuyorlar. Sen gel ıslah vazifesinin hakkını verme, sorumluluğu olanlara da âdem-i mesuliyet fetvası ver, ıslahın hakkını vermeye çalışanlara yağdırılan cezalara ve çıkarılan engellere de kör kal. Eee, kim suçlu?
İstikameti şaşırmamak duası ile...
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.