israilin sadece yaptıklarına değil varlığına kıyam etmek

Zamanların en keskin virajı olan Aşura’yı dönüyoruz.  Ama dünyaya hep ağlayarak gelen beşerden kimileri için; ‘bu yıl da 10 Muharrem’e denk geldi’ repliğinde, kimileri içinse, sadece nohut, bulgur karışımı bir sıcak tatlı çorba kıvamında sessiz sedasız geçip gidiyor.

Kerbela’nın bir yüzünde kıyım, bir yüzünde ise kıyam vardır. Ama öncesi ve sonrası ile Kerbela olayının haritasını çizerseniz, bugün Ortadoğu dedikleri bölge karşınıza çıkar. Yani arzın kadim merkezi. İnsanlığın atalarının meskeni, Mebde ve Meadın birbirini kestiği nokta, kısaca zaman, mekân ve varlığın üç boyutlu dünyasındaki grafiğin orijini.

O bölgede Kerbela’dan çok önceki zamanlarda da nice kıyımlar yapılmıştır. Öyle ki israiloğulları bizzat kendi içlerinden gönderilen peygamberleri acımasızca katletmişlerdir.

Dolayısıyla 10 Muharrem’in anlattığı Kerbela katliamını öncekilerden farklı kılan en önemli özellik, Peygamberimizin(sav) torunu ve varisi öncülüğünde gerçekleşen kıyamdır.

Kıyamı olmayan secde ve rükûa namaz denmeyeceği gibi, şehadet arzusu ile canını seve seve verme azmiyle zalime karşı bir tavrı olmayan dine İslam demek ve o dinin müntesiplerine de ümmet demek zordur.

Özelde bir ay öncesinden bugüne, Kürdistan’da tüm İslami çevrelere ve mekânlarına saldırı yapıldı. Hatta HDPKK’nin Diyarbakır il başkanı; ‘bölgede IŞİD’e destek veren 400 civarında dernek var’ diyerek hedeflerinin tüm Müslüman yapılar olduğunu açık açık ifade etti. Gelin görün ki, sadece bir kesim dışında zalime ciddi bir tepki veren olmadı.

Adeta korkusuyla, zilletiyle ve kılıçları kalplerini yalanlayan gafletiyle Küfe ruhu geri döndü.

Hz. Hüseyin’in elçisi Müslim b. Akil’i evin damından atarak katleden el, bugün Yasinleri de aynı şekilde katlederken işte o ruh, pire kanı bulaşan elbisenin hükmünü giyiyordu.

Tarih, Hz. Hüseyin’in kıyamından sonra Yezid ve devletinin yıkıldığından haber verir. Ancak Hz. Hüseyin ve davasının Abbasiler de dâhil sonrasındaki bir devlette hâkim olduğundan haber vermez. Yani kıyamın perspektifi o kadar büyüktür ki, kıyamete kadar her insana özel gönderilmiş bir mektup gibidir yoksa mesele sadece bir bölge üzerinde sancağını dalgalandırmak değildir.

Öyle ya kalp coğrafyamıza kıyam sancağını dikmeden ve kendi nefs-i emmaremizde saltanat süren hainlere dersini vermeden Arafat’ta vakfeye durmanın, sonra şeytan taşlamanın mebrur olamayacağını bilmemişsek Diyarbakır bizim Medine’mizden çok uzak, Kudüs ise baştanbaşa çöldür.

Ve sağduyumuza güvenerek yalvarırız da: “Gitme Hüseyin ne olur gitme…”

Hem kıblesi olmayan namazın, kıyamı da olsa makbul değildir. Bugün Mescid-i Aksa’ya girişi yasakladığı için ya da oraya girdiği için öfkelendiğimiz kadar, israilin o bölgedeki varlığına öfkelenseydik herhalde kıyamet günü yükümüz biraz hafiflerdi.

Yani esas olan Yezid’in sadece Kerbela’da ve Harre’de yaptıklarına lanet okumak değil en başta tahtına, saltanatına ve halifeliğine, kısaca o makamdaki varlığına karşı çıkmaktı.

Fasit daire fasit daireyi doğurur. Küçük ihmaller büyük felaketlere gebedir. İlk kıblesine sahip çıkmayanın elinden son kıblesi de alındığı zaman düşeceği dereke, ağlamaktan başka nedir ki?

Bir de bu halle miraçtan ve kandilinden söz etmek var. Hele güzel bir sesle, “Subhanellezi esra biabdihi leylen minel mescidil aksa …” diye okumak.

En iyisi gelin şöyle tövbe ve istiğfar edelim; “Rabbimiz biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve merhamet etmez isen biz kesinlikle kaybedenlerden oluruz.”(Araf 23)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.