Mehmet Ali GÖNÜL

Mehmet Ali GÖNÜL

... kocaman bir yalandı

Güncel süreç içerisinde insanı tefekküre sürükleyen veya düşündüren o kadar çok olay oluyor ki, elde olmayan nedenlerle dalıp gidiyorsun. Son zamanlarda iktidar ve PKK’nın karşılıklı girişimleri, düşündürten olaylar zincirini aklıma getirdi.
 

Malumunuz Fransa’da öldürülen ve cenazeleri Diyarbakır’a getirilen üç kadın için bir tören düzenlenmişti. Bu törenlerde ve her cenazenin kendi memleketine götürülmesinde, beklenen olmadı. Yani ortalık karışmadı veya esnafa saldırma girişimleri yaşanmadı. Hâlbuki söz konusu PKK’nın bir mitingiydi. Gözler de böyle bir ahvale alışık değildi. Zira iki kişi yan yana gelse hiçbir şey de olmasa mutlaka çevre esnafın ya camı ya da kepengi kırılır, zarara uğratılırdı. Haberlerde bu meyanda esnafın ve halkın bir şikâyeti olmadığı gibi sürekli tabana itidal tavsiye ediliyordu.

Yine malum süreç başlayalı beri PKK, kendi tabanına hâkim bir konumda ve eski saldırganlıkların yaşanmasına izin vermemekte.  Peki hayal kırıklığı yaşatan ve kendisinden bu gibi meziyetler beklenmeyen o göstericilere ne oldu da tabiri caizse, lokal eylemler hariç süt dökmüş kediye döndüler?

İşte beni düşündüren mesele bu.

Çok mu önemli, olmayabilir! Lakin benim için önemli. Belki de siz de hak vereceksiniz.

Yüksekova’da Şehit edilen Ubeydullah kardeşimiz... Hususen Adana ve Diyarbakır’da hemen hemen her miting, gösteri veya eylem, -adına ne derseniz deyin- akabinde mutlak suretle çevreye saldırılıyor ve bir hak arama(!) adına haksızlığa irtikâp ediliyordu. Bu hak arama eyleminde yapılan zulüm, zulmü yapana değil, zulme giriftar olan halka karşı işlendiği için tabiatıyla iki zülüm arasında kalan, yine mazlum halk oluyordu, olacak.

Hadi buraya kadar olanını anladık. Huylu huyundan vazgeçmez. Elbette aslolan “hak” olgusunun “haksızlık” yaparak aranamayacağıdır. Fakat değinmek istediğim, o menfur gösteriler akabinde camiamızın derneklerine veya bilinen kişilerin iş yerlerine yapılan saldırılardı. Bunlar, gösteriler bahane edilerek tam fırsatıdır anlayışıyla bilinçli olarak yapılan saldırılardı. Bu saldırılar basında da yer buldu. Öyle ki birinde saldırganın elindeki molotof, kendisinin tutuşmasına sebep olmuş, kendisine saldırılacak olan esnaf da mütecavizi kurtarmıştı. Ama akrep huyundan vazgeçmez. İyilik, erbabına yapılınca anlam kazanır. Kaplumbağanın sırtında suyun karşı tarafına geçmeye çalışan Akrep’in suyun ortasında sokması tutuyor. Hâlbuki Kaplumbağa ölürse o da boğulacak. Nitekim bu halka karşı yapılacak he türlü haksızlık, sahibini en az sistem kadar suçlu kılar.   O vakitler camiamızın derneklerine ve mensuplarının işyerlerine yönelik her fırsatta gerçekleştirilen ve bir şehidin verilmesi sürecine kadar devam eden bu menfur saldırılar, ilgili kimselere defaten iletildi. Her defasında ısrarla iletilen ve “gençlerinize sahip çıkın” mesajına karşılık “gençlerimize sahip çıkamıyoruz. Bunlar gösterilerin heyecanıyla olan gelişmelerdir” denildi. Hâlbuki camiamız da diyebilirdi ki madem öyle, biz de gençlerimize sahip çıkamıyoruz. Fakat denilmedi ve söylenen bu basit, ama köklü yalanlara itibar da edilmedi. Yalnız şu farkla ki camiamız gençlerine sahip çıkabiliyor ve bu gibi durumlara neden olmalarına izin vermiyordu. Hadi diyelim ki bu saldırılar sadece Yüksekova’da oldu. Anlaşılabilirdi. Fakat Adana’da ve Diyarbakır’da, Cizre’de, Şırnak’ta olması bir bütünlük içerisinde ve planlı olduğunun göstergesiydi. Buna karşın her defasında yapıcı girişimleri “gençlerimize sahip çıkamıyoruz” bahanesiyle atlatmak, elbette yutulur bir lokma olamazdı.

Şimdi ise gençleri değil, taşkınlık ve saldırganlık vasfına haiz aynı tabanın hükümetle olan görüşmelerde sükûnet elbisesi giymeye çalışması ya da üç kadının Fransa da öldürülmesiyle Diyarbakır ve kendi memleketlerinde olan gösterilerin sütliman bir havada gerçekleşmesi, hatta PKK’yı tanıyanlarda bir hayal kırıklığı yaşatması “demek ki istenirse gençler değil, tabanının hepsine sahip olunabiliyor” sonucunu çıkarmaz mı?

Yani Diyarbakır miting meydanını doldurup taşkınlığa izin vermeyen zihniyetin iki ferdi bir araya geldiğinde ortalık curcunaya dönüyorduysa, bu sükûnetin “ben tabanıma hâkimim” neticesi vermesi herkesin malumudur. Hatta yazar-çizer takımın malum kalemşorları dahi bunu bir meziyet kabul edip hükümete baskı unsuru olarak dile getirmiyorlar mı? Yani olması gereken şey, doğal bir lütuf olarak zikrediliyor.

Yukarıda girizgâhını yaptığımız ve bizi düşünmeye sevk ettiğini dile getirdiğimiz bu kocaman yalan için ne dersiniz? İstenirse demek ki oluyormuş. Bize istenmediği için, iktidara ise... neyse malumu ilanın gereği yok.

Tüm bunlar neticesinde düşünüyorum da kaç yıldır “Peygamber Sevdalıları”nın her yıl gerçekleştirdiği İstasyon Meydanı’ndaki milyonların Kutlu Doğum programları, neden bir taşkınlığa sebep olmuyor? Varın siz, olmazsa hükümet düşünsün.

İzzet ve şeref dediğimiz mefhumlar; değer yargısı Allah, Peygamber ve Kur’an olanlar içindir. Amaca ulaşmak için her yol mubahtır anlayışı bu camiada olmaz. “Hak” ancak “haklı yollarla” ve “halk” için aranır. Aksi halde zalimlerle aynı safta anılmak kaçınılmaz olur.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.