Riyazet

İrfanda riyazet, hakkında şüphe olmayan bir gerçekliktir. Nefsin doğası ve hayvani yönü gereği kendi normal yaşantısını şehvet ve gazap üzerinde bina etmiştir. Ondan ayrılmak öylesine kolay bir iş değildir. Yüce İslam Peygamberi (s.a.v) bir gazveden dönerken şöyle buyuruyordu: 

“Küçük cihattan büyük cihada geldiniz.”

Cihadı Ekber o denli zordur ki bazıları bunun mümkün olmadığını söylemektedir. Zira nefse emmare yani his, gazap, şehvet, tahayyül, tevehhüm insanın zatıdır, ondan arız olan bir durum değildir. Ama araştırmacıların düşüncesine göre riyazetten maksat his, gazap ve şehvet dediğimiz zati gereksinimlerinden olan kuvveleri ondan ayırmak ve mücerret işleri talep etmek değildir. Aksine bu kuvvelerin aklın kuvvesine galebe çalmasına ve ona üstünlük kurmasına engel olmaktır. İnsanın kendisi, bu kuvvelerin kölesi olmaması kâfidir.

Riyazet, bir neticeye ulaşmak için idman yapma ve zorluklara katlanma manasına gelir. Yetenekli atları yarışmalar için ve çeşitli bazı işler için yetiştiriyorlar. Bunun için yapılan idman ve çeşitli terbiye etme faaliyetlerine de riyazet deniliyor.

Arapça dilinde spora riyazet denilmesinin sebebi insanın selameti için netice almayı sağladığı için bazı bedensel zorluklara katlandığı içindir. O riyazetlere katlanmanın neticesinde cismi selamet elde edilir ve beden daha iyi olur.

İnsanın hakikati cismi değildir. Onun şeref, izzet ve makamı; ruh ve nefsindedir. İnsanın bedeni riyazete ihtiyaç duyduğu gibi insanın can ve nefsi de riyazete muhtaçtır. Hz. Ali (k.v) şöyle buyuruyor:

“Nefsimi takvayla terbiye ettim.”

Bu rivayetten üç önemli noktaya dikkat etmemiz gerekiyor; Nefis, Takva ve Riyazet. Nefsin riyazete ihtiyacı var ve takva da nefsin terbiyesinde etkendir.

Nefis bedendeki ruhtur. Ruh maddeden gerçek anlamda soyutlanmıştır ve melekût âlemine aittir. Bedene girdiği zaman ona “nefis” denilir.

Nefs yüksek âlemlere taliptir. Ama bedene bağlandığı için ve madde âlemi olan tabiatta olduğu için, madde âleminin gereksinimleri onda da hâsıl olmuştur. Kötü olan, bu âleme dalması ve kendi aslını unutmasıdır. Nefis birkaç tane değildir. Sadece değişik haletler taşır.

1-Madde âleminde gark olan nefis şehvet yönünü bulduğunda ona “”nefsi emmare” denilir.

2-Bazen tekrar kendi aslını hatırlar ve bu şehvet âleminin içinde yuvarlandığı için üzüntüye gark olur ve kendi kendine serzenişte bulunur. Buna da “nefsi levvame” denir.

3-Eğer maddi bağlardan kurtulabilse, kendine ait yüce yönlerini görebilse ve maddi âlemde yuvarlanıp boğulmaktan kurtulabilse “nefsi mutmainne” denir.

Riyazet, nefsin emmare' den mutmainne haline geçmesi için yapılan hazırlık ve uygulamalar gereği çekilen zorluklardır.

O yüzden Hz. Ali (k.v) “Nefsimi takvayla terbiye ettim.” diyor.

Takva kendini sakındırabilme gücüdür. Tıpkı otomobilde bir hareket enerjisi olduğu ve hareket enerjisini üreten bir motorun varlığı gibi. Lakin bazen durma ve harekete karşı koyabilecek bir fren gücüne de ihtiyaç vardır. Bu şekilde gerektiğinde hareketi durdurabilir ve tehlikelerden emin olunabilir.

İnsan vücudunda da doğru olmayan hareket kanalları vardır. Bazen şehvet ve nefsi emmare harekete geçebiliyor. Bu durumda önüne geçebilmek gerekiyor. İnsan vücudunda gereksiz ve tehlikeli hareketleri durduracak olan fren de takvadır. Takva bir tür riyazettir.

Şehvani arzular insanın derinliklerinden kaynaklanır. Nefsi emmare insanı hayvani özelliklere doğru çeker. Onlara uymak kolaydır. Lakin beraberinde hayvanlaşma söz konusudur. Onunla mücadele etmek ciddi bir mücadele gerektirir ve sıkıntılara göğüs germek icap ettirir. Buna riyazet deniliyor.

Nefsi riyazet için en önemli iş, nefsin heva ve hevesine muhalefet etmektir. Çünkü nefsin istekleri mide, şehvet ve şöhret boyutunun dışında değildir. O yüzden nefsin riyazeti aşağıdaki gibi şerh ediliyor:

İnsan nefsinin hayvanileşmede en basit hali yemeğe olan düşkünlüğüdür. Hatta cinsel şehvetin nedenlerinden biri de çok yemek yemek ve ya kötü beslenmektir denilebilir. O yüzden irfani riyazette atılacak ilk adım bu istekle mücadele etmektir. Eğer çok yeme eğilimi veya yemek şehveti ortaya çıkarsa ve biz bununla düzgün bir şekilde mücadele etmeyip onun arzularına boyun eğersek; önce nefsin hareketlerini kontrol etme gücü azalır ve nefsani arzular karşısında yenilmemize sebep olur. Bu da beraberinde diğer cezbedici şeylere karşı da teslim olmamıza sebep olur. Çok yemek ve mideye düşkünlük manevi haleti bozar ve yüce âlemlere olan ilgiyi azaltır. İnsan ruhunun atmosferini şehevi bir atmosfere dönüştürür. Bu yüzden İslam Peygamberi (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Biz acıkmadan yemek yenmeyiz ve yemek yediğimizde de karnımız tam doyurmayız.”

Çok yemek yiyen insan hayat canlılığını kaybeder. Bu yüzden tefekkür ve manevi işlere yetecek enerjisi kalmaz. Onun enerjisinin çoğu yediği yemekleri hazmetmek için harcanır.

Cisim ve ruhun birbirlerine olan tesirleri öylesine çoktur ki, Allah Resulü (s.a.v) çok yemek yemenin insan psikolojisine olan tesirini şöyle izah etmektedir.

“Çok yemek yiyenler, göklerin ve yerin melekûtİ atmosferine dâhil olamazlar.”

Bu konu ile ilgili çok önemli bir başka rivayette de Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyuruyor:

“Muhakkak şeytan, insanoğlunun bedeninde kan damarları gibi dolaşmaktadır. Dikkat ediniz açlıkla şeytanın nüfuz ettiği kanalları daraltın.”

Damarlardaki kan dolaşımı o denli ince ve hassastır ki hatta kılcal damarlar bile kan akışı için yeterlidir. Burada denilmek istenen şey en küçük giriş bile şeytanın insan bedenine nüfuzunu sağlayabilir. O yüzden hassas olup şeytanın giriş yollarını kapatmak gerekir. Bu hadiste şeytanın yolunu en iyi tıkayan ve kapatan etkenin az yemek yemek olduğu beyan ediliyor.

Midenin şehvetiyle mücadelede en önemli etken az yemek ve oruç tutmaktır. O yüzden riyazet yolu müstahap oruçlarla bezenmiştir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.